“Kadınlar kendini çok didikleyen varlıklar” TEVFİK AYTEKİN

Kıbrıs’ın çok kültürlü zamanları bu kez bir romanda hayat buluyor. Tevfik Aytekin’nin kaleme aldığı Sardalya Mevsimi Kıbrıslı üç kadın Buket, Şoger ve Sevda ile bizleri buluşturuyor. Üç kadın kendi varoluş süreçleri üzerinden hayatı sorgularken adanın tarihine ışık tutuyor. Unuttuğumuz veya eksik bildiğimiz pek çok tarihi bilgi bu kitapla yeniden gün yüzüne çıkıyor. Büyükada Yayıncılık tarafından, basılan bu kitap Türkiyeli okurlara adayı doğru anlatma misyonunu kendiliğinden üstlenmiş bulunuyor, bu noktada yazarının profesyonel bir turizmci olmasıyla açıklanabiliyor.

 

“Kültürlere karşı ön yargımın olmayışı otelcilikten gelir”

Meslek olarak turizm ile uğraşan Tevfik Aytekin, yazmaya nasıl başladığını anlatıyor. Öyle sanıyorum ki yazmak içinden geliyor.

“Otelciyim tabii ki ama bunun otelcilikle bağdaşan tarafı var bence. On dört yaşındayken başladım mesleğime, yirmi beş yıl içine birçok kültürden insanla tanışma fırsatı buldum. Oteller konakladıkları yerler olduğu için, insanların aslında çok özel anlarını paylaştığı yerler. Farklı insanların birçok halini, sırrını farklı birçok psikolojisi yaşadığı sıkıntıları dahi görebildiğiniz en önemlisi de empati yapmak zorunda olduğunuz bir meslek. Misafir her zaman haklıdır diye bir düsturumuz var. O nedenle de otelcilik her zaman beni çok destekledi diyebilirim. Kültürlere karşı hiçbir ön yargım olmayışı otelcilikten gelir. Hayata daha barışçıl bakıyorum. Aslında neden yazdığımın cevabı yok. Çocuk yaşımda çok okunan bir ailede büyüdüm. Bana da sürekli kitap armağan edilirdi. Çok kitap, çok gazete okunurdu. Dedelerimden biri çok okur, diğeri de ressamdı. Babam daha asiydi. Farklı bir ailede büyüdüm. Hepsinin bana yazıyla ilgili katkısı olduğunu düşünürüm. Çetin Altan’a çocukluktan başlayan bir hayranlığım vardı. Köşe yazılarını okuyarak büyüdüm.”

“Kadınlar kendini çok fazla didikleyen varlıklar”

Sardalya Mevsimi üç kadın karakteri Buket, Şoger ve Sevda’nın   hayatlarından kestiler anlatıyor. Bir erkek olarak kadınları yazmak zor olmalı diye düşünüyorum.

“Çok zor olduğunu söylemeliyim. Kadınlar içinde o zorluğu daha çok hissediyordur. Ben çok kadınla birlikte büyüdüm. Evde üç kuşaktan kadın vardı. Üç tane halam, kız kardeşim, annem, anneannem, kadın figürü benim ailemde çok baskındı. Kadın paylaşımlarına çok şahitlik ettim. Erkekler rol modeldi ama kadınlar beni etkiledi.  İnsanın artık yeni bir kimliğe ihtiyacı var. Avrupalılık kimliği dahil bütün kimliklerin yeniden tanımlanması gerekiyor. İnsanın köklenmesi gerekiyor, önce geçmişten gelen köklerini inkar etmeyerek, geçmişle yüzleşerek kendi yeni kimliğimizi inşa etmeye ihtiyacımız var. Varoluşçuluk açısından baktığımızda, köklerin en derinine indiğimiz zaman,  hem herkese yetecek kadar büyük, kimseyi birbirinden ayıramayacağımız kökler görebiliyoruz, hem de insanlığın bütün köklerini birleştiren ışığı görülebiliyoruz. Tüm bunları da kadınlar sağlayacak. Kadınlar bizi yeni bir dünyaya taşıyacak. Yakın zamanda bunu görmeye başlayacağız. Şimdiye kadar sadece herkesin kendine ait bir kökünün olduğunun anlatılması, bütün köklerin birleştiğinin anlatılmaması insanlığa büyük bedeller ödetti. İnsanlığın köklerinin birleştiğini şimdiye kadar sanat, müzik göstermeye çalıştı. Bir histen, bir yakınlıktan çok ben daha açık anlatmaya gayret ettim. Önümüzdeki zamanın kadınlar için daha olumlu olacağı kanısındayım. Romanda da bunu anlatmaya çalıştım. Onlara bu bağlamda yardımcı olabilirim diye düşünüyorum. Bir de kadınlar çok daha karmaşık, derinlikli, kendilerini çok fazla didikleyen varlıklar.”

“Bir kadını tek mevsimle anlatamayacağıma karar verdim”

Kitabın ismi üzerine de konuşuyoruz. Kuşkusuz bir romana verilen isim en az içeriği kadar önemli…

“Yazana kadar romana farklı isimler düşündüm. Sonra onlara ikna olamadım. Romanı ortasından yazmaya başladım. Sona gittim. Başını sonradan ekledim. Seksenden fazla kitap okudum, araştırmalar yaptım. O sırada felsefe üzerine okumalar yapıyordum. Carl Gustav Jung okuyordum. Onun arketipleri vardı. Masallarda hayvan üzerine belirli arketipleri vardı. Ben de kitapla sardalyanın çok uyuştuğunu düşündüm. Bir arketip yaratmak açısından. Hem de aynı arketipin insanların aklında çok daha fazla kalacağını düşündüm. Sonuçta buralarda yetişmese de sardalya Akdeniz’de bir balıktı. O arketipin içinde varoluşçuluğun çok farklı bir tarafı vardı. Ben biraz Yaşar Kemal sayesinde masal, desten, mitolojiye çok ilgiliyim. Mevsim ifadesi de sardalyaya uyumlu bir ifade olarak kaldı. Sonuçta burada üç kadın vardı. Üç kadının kendine özgü duygu halleri vardı. Onları bir mevsim olarak anlatsam diye düşündüm. Böylece bir kadının aslında tek bir mevsimle anlatılamayacağına karar verdim. Bir erkeği tek bir mevsimle anlatabilirsiniz ama bir kadın gerçekten öyle değil. Üç, dört mevsimle anlatılabilir kadın. Kitap da zaten genel olarak kadınların farklı duygu durumlarını anlattığı için, bunu ‘Sardalya Mevsimi’ olarak ifade etmek çok daha anlamlı geldi.”

 

“Farklı kültürlerin varlıklarını göstermeye çalıştım”

Hikaye Kıbrıs odaklı ancak bizlerin hayatı içinde geçmişte kalan çok kültürlü bir Kıbrıs var. Kitap aslında bizi geçmişe götürüyor.

“Ben seksen neslindenim, benim nesilim yazarken her şeyden katıyor yazdıklarına. Bunu görüyorum ama tam olarak nedenini açıklayamıyorum. Ayrıca Trabzonluyum. Çocukluktan bu yana Rum arkadaşlarım oldu. Onlar ziyarete, ayine gelirlerdi. Güneyde de pek çok Rum arkadaşım var. Bugün hala Türkiye’nin pek çok yerinde farklı kültürel birikimi görebiliyoruz. Bir de bence insanın doğu ile batı kültürü arasında büyümesinin çok etkisi var. Bu durum insanı çok fazla değiştiriyor. Benim bu durum yazdıklarımı etkiledi. Kıbrıs’a gelince de bu çok kültürlülük benim için görünür oldu. Kıbrıs’taki Lüzinyan etkisi çok ilgimi çekti. Bunların biraz daha derinine indim. Araştırmalar yaptım. Kitaplar okudum, belgeseller izledim. Kıbrıs’ta geçirdiğim on yılın beş yılında hep bunların izini sürdüm. Kitapta da tüm bunları okurlara anlatmak istedim. Kıbrıs’ın böyle birçok kültürlülüğü, değerleri var. Ben de kitapta pek çok bilgiyi tarih okuması yaparak aktardım. Bir kez çok kültürlülüğü algıladınız mı, bulunduğunuz yere tek bir millete ait olarak bakamazsınız. Çetin Altan’ın bir sözü var “eğer ki tarih benle başladı benle bitti derseniz bu kuşak ile gelecek kuşakların arasını giyotine edersiniz” derdi. Tüm bunlar aslında benim derdim. Yazmak da zaten biraz dert edinme işi. Ben de tüm bu dertlerini romana aktarmaya çalıştım. On yıl boyunca Kıbrıs’ta da barışa dair pek çok etkinliğe katıldım. Ciddi bir empatim var bu konuya. Elbette edebiyat kimseye bir şeyler empoze etmez. Ben de bir şey empoze etmiyorum. Sadece bir hikaye anlatıyorum. Okur bu hikayeden gelsin, geçsin, fikir edinsin, kendi içinde bunları tartışsın istiyorum. Burada birçok kültür yaşadı hala Ermeniler, Rumlar, Maronitler yaşıyor. Ben bunları görünür kılmaya çalıştım. Aslında benim yazma nedenim bu belki de. Bu konuda romanın temelini oluşturuyor. Sadece farklı kültürlere empati duymaktan öte, varlıklarını da göstermeye çalıştım.”

“Ne mutlu kendini bulmayı başarana”

Benim için de kitabın en önemli özelliği, Kıbrıs’ta hem de çok kültürlü bir Kıbrıs’ta geçiyor olması… Bir diğer ilginç nokta ise kitabın şöyle bir cümle ile başlıyor olması, “hayat saklı kalmış duygularımızı gizleyecek kadar uzun değil.”

“Hayatta da böyle düşündüğüm için kitaba da böyle başladım. Hayat saklı kalmış duygularımızı gizleyecek kadar uzun değil. Kitabın içinde eski Mısır’a ait şöyle bir ifade var. “Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur.” Romanımda da aslında söylenmeyen söz yok ama farklı bir hikaye var. Buradaki üç karakterin yaşamı. Romana başladığım cümle ise aslında bir tekâmül cümlesi. İnsanın kendi ruhunu, kişiliğini, karakterini, varoluşçuluk açısından geliştirecek ifadelerden bir tanesi. Varoluşçulukta böyle bin tane cümle olabilir. Çok okuduklarım da oldu, en doğudan en batıdan. Bu cümle ise çok önemli. Çünkü insanın gerçek benliğini tam olarak ortaya çıkarabilecek bir ifade. O cümleyi bir aforizma olarak oraya koyamazdım. Zaten felsefecilerin söyledikleri bazı ifadeler var kitapta ama sonuçta felsefe sadece aforizmalarla anlatılacak bir şey değil. Karakterlerin bütün hayatlarında gizli kalmış hislerin ortaya çıktı nüveler ve onları nasıl tamamladıklarına dair hikayeler var. Bu ifade de katmanlardan biri. Kitapta şöyle bir ayrım da var. Bir bu tekamülleri yapamayacak derecede hayat galesi çeken insanlar, ki bunlar iki davulcu olarak görülüyor kitapta, bir de Buket’in babası gibi çok meşgul adamlar ki onlar da bu fazla meşguliyetlerinden aslında hayata dönüp de bakamıyorlar. Sonuçta öyle veya böyle insanın kendini bulma meselesi çok zor, ne mutlu bunu başarana.”

Tam da Varoluşçu felsefeye konu gelmişken, hikayede bütünsel olarak bu felsefenin etkilerini görüyorum. Bu karakterler üzerinden aslında okura neler söylemeye çalışıyorsun.

“Varoluşçuluk üzerine Buket karakteri düşünmeye başlıyor. Önce coğrafya olarak bakıyor konuya. İnsan en doğuda varoluşçuluk içine girerken bunu şefkat ve kayıtsızlıkla yapıyor. Bizim coğrafyaya yaklaştıkça, daha Akdeniz’e burada sadece şefkat ve kayıtsızlıkla kesinlikle varoluşunu tamamlayamaz. Biz kayıtsız kalamayız. Biz dövüşmeye yatkınız. Birileriyle değil ama hep kendimizle. Buket de bu bağlamda kendine bakıyor. Sarte’nin dediği gibi özgürlük sorumluluk almaktır. Herkes kendi sorumluluğunu alsın, kimseye sorumluluk yükleme diyor. Biz Avrupa’da bunları daha farklı yaşıyoruz. Bu kez Güney Amerika’ya gittiğimiz zaman ise insanın doğa ile sınırı kalkıyor. Onlar başka bir varoluşçuluk yaratıyor. İnsan doğayı yenmeye çalışarak, orada ölümü atlatıp bunlarla baş etmeye yöneliyor. Tabii mitoloji olmadan varoluşçuluk hikayesi de anlatamayız. Kitap biraz da bize bunu söylüyor.”

“Kıbrıslılar zenginlik yerine bozulmamış inancın peşindedir”

Tabii bir Kıbrıslı olarak roman bana bilmediklerimi, bilip de unuttuklarımı da anlatmıyor değil. Adanın başkentinde Lefkoşa’nın göbeğinde Saray Önü’nde yer alan Venedik Sütunu üzerinde yazanlar… “Bu ülkenin insanları zenginlik ve güzelliğin değil, bozulmamış inancın peşindedir.” 

“Burada yaşayan aile kuran insanlar karar vererek bu yazıyı yazdılar. Biz de bunun üzerine kültür inşa ettik. Burada yaşayanlarla birlikte, benim gibi dışardan gelenlerle de geçmişle bağ kurabilir. İnsan ister istemez bu kelime, cümlelere dönüşmek ister. Venedik sütununda ‘Kıbrıslılar zenginlik yerine bozulmamış inancın peşindedir’ demesi pek çok şeye yorumlanabilir. Aslında orada dini inançtan bahsedilmiyor. Bozulmamış inanç çok güçlü bir ifade. Benim karakterlerim de buna çok inanan karakterler. Tarihi eserlere karşı ilgiliyim. Venedik sütünü da adaya geldiğim zaman ilgimi çeken eserlerdendi. 2000 yaşında Lefkoşa’ya geldi. Ondan önce Mağusa’da bulunan antik şehir Salamis’teydi. Üzerinde St. Mark aslanı olduğunu da öğrendim. St. Mark aslanının ada ile ilişkisinde de bakınca hayli ilginç geldi. Bu Latince yazıyı da merak ettim. Böylece araştırdım, ilgilendim.”

Büyükada Yayınevi’nden çıkan kitap aslında içerisine yerleştirilen tarihi bilgileri, mekanları ile Türkiyeli okurun adaya olan ilgisini de uyandırabilecek nitelikte.

“Kıbrıs’a insanlar tarihi, kültürel yönüyle baksın istedim. Çünkü bilmediğimiz bir coğrafya ile ilgili çok konuşma alışkanlığı hepimizde var. Oysa adayı anlayabilecek insanlarla Türkiye’de yaşayan insanların buluşması bence önemli. Kültürler birbirine böyle yaklaşır. Edebiyat ve sanatın da böyle güçlü bir yönü var. Otelciliğimin elbette bu noktada etkisi büyük oldu.”     

 

Röportaj fotoğrafları: Nedim Enginsoy