“Kıbrıs benim için güzel bir kadın gibi” – NİHAT ÖZDAL
“Kıbrıs benim için güzel bir kadın gibi”
Nihat Özdal Halfeti doğumlu genç bir şair. Yaşadığı yerin sular altında kalmasının ardından şiir yazmaya başlayan, doğa sevgisini müze küratörlüğü ve koleksiyonerlikle ölümsüz kılan bir isim… Hayatta doğruluk ve zarafetin en önemli iki değer olduğuna inanan şair ayrıca tam bir Kıbrıs hayranı… Büyükkonuk’da gerçekleştirilen eko gün için adada bulunan şairle Khora Kitabevinde düzenlenen şiir etkinliğinde tanışma ve sohbet etme fırsatı yakaladım.
“Yaşadığım bölge sular altında ve bu benim kırılma noktam oldu”
Öncelikle genç şair şiirle nasıl tanıştığını ve Pablo Neruda’nın eserleriye şiirden nasıl kopamadığını anlatıyor.
İlk yurt dışı ziyaretimi 1999 yılında Berlin’e yapmıştım. Bu yolculukta teyzem bana okumam Pablo Neruda’nın Kafka’nın Dizeleri kitabını vermişti. Neruda Latin Amerikalı önemli bir aşk şairi, şiirleri de hep aşkı anlatıyordu. Tüm yolculuk boyunca, ergenlikten yeni çıkan bir adam olarak, bu kitabı okudum. Duygusal anlamda ilk tecrübelerimi yaşadığım bir dönemdi. Pablo Neruda’dan sonra aşkın şiir olduğunu hissettim. Bu arada teyzemi genç yaşta kanserden kaybettik ve ben bu yolculuğu hiç unutmadım. Zaman içinde başka şiirlere yönlendim. Türkiye’nin büyük şairleriyle de tanıştım. Şiirle ilk karşılaşmam Pablo Neruda gibi bir adamla olunca işin renginde bu minvalde devam etti. Böylece şiirden hiç kopmadım.”
Nihat Özdal Halfeti doğumlu. Hayatının şekillenmesinde ve bu noktalara taşınmasında yaşadığı yerin etkilerini apaçık görülüyor. Kendi de bunu inkar etmiyor.
“Şiirsel üretimim tamamen doğduğum ve büyüdüğüm kentle ilgili. 2000 yılında benim doğduğum kent yapılan barajlarla tamamen sular altında kaldı. Çocukluğumun geçtiği köy, okuduğum ilkokul sürekli vakit geçirdiğim sokaklar artık yok. Siz çocuklarınıza, arkadaşlarınıza veya sevdiğinize yaşamınızın en önemli kısımlarını, çocukluğunuzun geçtiği sokakları gösterebilirsiniz. Ben bunu yapamayacağım. Bu durum bende psikolojik travma oluşturdu ve bir kırılma yarattı. Bu kırılma bende zamanla üretime dönüştürebilecek biçimde ilerlemeye neden oldu ve şiirsel bir üretime dönüştü.”
İlk şiir kitabı 2005 yılında çıkan Özdal’ın, kitapları şimdiden pek çok dile çevrildi. Hatta ilginçtir unutulmaya yüz tutan, korunma altına alınan dillere bile… Sanırım bunu esas nedeni hayatla olan derdi ve anlatmaya çalıştıklarının evrenselliği.
“İlk kitabım Google’dan Önce. Aslında Google’dan sonra isimli kitabımın hazırlığını yaparken aklıma geldi. Google’dan Sonra kitabım tamamen dijital çağla ilgili şiirlerden oluşan bir manifesto metni olarak hazırlandı. Google’dan Önce ise henüz dijitalleşmenin olmadığı, kırlarda, nehir boylarında gezdiğimiz dönemi anlatan şiirlerden oluşan, hatta Japon Haiku şiirine de göndermeleri olan ve evrensel bir dille yazılan bir kitaptı. Google’dan Önce Türkiye’de iki önemli şiir ödülü aldı. Homeros ve Mehmet Fuat Genç şiir ödüllerine laik görüldü. Sanırım bu ödüller bu kitabın tanınmasında veya benim şiirimin yayılmasında Rusya önemli bir coğrafya. Dünyanın yüz ölçümü bakımından en büyük coğrafyası. Benim için bu tam bir şanstı. Rusya’nın konuşulduğu akraba diller olan Bulgarca, Sırpça ve Ukranca gibi dillere de çevrildi. O coğrafyanın da bilinen şairlerinden oldum. Bunu başka ülkeler takip etti. İyi bir kitapla başlamama ve evrensel bir dille yazmam tüm bunlara sebep oldu. Benim şairliğimin yanında aktivist bir yönüm de var. Özellikle yok olmaya yüz tutan Kürtçe ’ye de kitabım çevrildi. Süryanice, Anadolu Ermenicesi ve Lazca’ ya da çevrildi. Zaten Lazca ve Süryanice UNESCO tarafından korunmaya alınan, yok olmaya yüz tutan, diller arasında… Bu diller için de ayrı bir çabam var doğrusu. Bizim Türkiye’de veya komşu coğrafyalarda akraba olan, kapı komşuluğu yapan diller bunlar. Benim şiirim de bu şekilde bu dillerde de var olması gerektiğini düşündüm. Bu çeviriler yayınlanan ülkelerde de önemli karşılık buldu.”
“Cittaslow’la ilgileniyorum ve yavaş şair olarak tanınıyorum”
Çok yönlü bir insan, Nihat şairliği yanında doğaya olan tutkusuyla da biliniyor. Herkesin uyuduğu saatlerde uyanıyor balıkları, kuşları ve değişik hayvanları gözlemliyor. Evrenle ilgileniyor. Kendimizi çok önemli sandığımız bu dünyada küçücük varlıklar olduğumuzu hatırlatıyor. Herkesin ve her kentin birbirine benzemesini engellemek için de var gücüyle çalışıyor.
“Dünyada bütün şehirler gittikçe birbirine benziyor. Şehirlerin mimarisi bile aynı. Şehirler, kaldırımlar ve meydanlar gittikçe birbirine benzerken mutfaklar da bundan nasibini alıyor. Gastronomi anlamında da birbirine benzerlikler söz konusu. Mc Donalds, Burger King veya Pizza Hat gibi restoran zincirlerinin olmadığı ülke neredeyse yok. Benim aktivisti olduğum işlerden biri de yavaş yaşamla ilgili. Yani cittaslow. Kıbrıs’ta da Yeni Boğaziçi, Mehmetçik bu şekilde. Daha önce bunları da ziyaret ettim. Kıbrıs’a daha önce defalarca geldim. Yavaş şehirler ve yavaş hayatlar benden uzak şeyler değil. Beni yavaş şair olarak da tanımlayanlar var. Öyle biliniyorum. Yavaş yaşamın alt başlıklarından biri de yavaş yemek. Bu kez adaya bu bağlamda, Büyükonuk eko güne geldim. Gastronomi anlamında zengin bir bölge burası. Türkiye’de de Slow Food isimli yeme içme örgütünün liderlerinden birisiyim. Dünyanın tüm kıtlarında yemek kültürüyle ilgili çalışmalarımız ve Anadolu mutfağının dünyada tanıtılması yönünde çabalarımız var. Elbette benim için bunlar şiirden bağımsız şeyler değil. Dolayısıyla mutfakların kendi bağımsız kimlikleriyle dünya sahnesinde yer alabilmeleri için tohum çalışmaları ve mutfak araştırmaları önemli. Ben de bun destek olmaya çalışıyorum. Büyükkonuk’taki eko gün ada için çok önemli bir etkinlik. Mutfağın, toprağın, tohumun hatta doğanın savunulması için de çok önemli bir duruş aynı zamanda.”
Nihat anlatırken, yavaş şehirle bölgelerin korunmasını ve doğal ortamında yaşatılmasını, yavaş yemekle bölge mutfağına sahip çıkılmasını anladım ama yavaş şairler kast edileni doğrusu anlayamadım. Kendisine yavaş şair nasıl olunur diye sorunca birlikte çok güldük…
“Bu bir tanımlama tabii. Yavaş şair derken benim yaşadığım coğrafyanın yapısından etkilenilerek bu tanım oluştu. Ancak şiirimin ne kadar yavaş ya da hızlı olduğuna sizler karar vereceksiniz fakat benim kimliğimde yaptığım işlerden, yaşadığım şehirden ve yaşam tarzımdan esinlenilerek yapılan bir tanım bu.”
Aynı zamanda müze kreatörlüğü de yapan şair bu güne kadar Türkiye’de pek çok müzenin açılmasına da olanak sağlayan bir isim…
“Antep’te Kurtuluş Müzesi çalışmamız tamamlandı. Radyo müzesi çalışmamız devam ediyor. Koleksiyonu hazır. Hatay’da İpek Müzesi çalışmamız var. Hatta Kıbrıs’ta da Yeni Boğaziçi’nde kent müzesi kurulmasıyla ilgili de bir çalışmamız oldu. Şuan mekanla ilgili bir sıkıntı yaşanıyor sanırım. Türkiye’nin farklı şehirlerinde müze çalışmalarım devam ediyor. Müzeciliğin kültürlerin yaşatılmasında çok önemli olduğunu düşünüyorum.”
Şair Nihat Özdal’a ilişkin bir diğer ilgimi çeken nokta koleksiyoner yönü… Ölü gömme alışkanlıklarına ilişkin koleksiyonu bulunan şair bu konuda bir müze açmaya hazırlanıyor. Konu hem ilgimi çekiyor hem de beni şaşırtıyor.
“Ölü gömmek bizim coğrafyamızda binlerce yıllık geleneği olan bir olay. Dünya ölçeğinde de her toplumun kendin ait özel ritüelleri var. Arap coğrafyasındaki Vandalizm’i saymazsak tabii. Orada mezar kültürü yok. Daha çok her şeyi yakıyorlar. Ama Selçukludaki mezar işçilikleri, Osmanlı’daki mezar taşları çok önemli. Ancak benim bunlardan öte esas ilgilendiğim, eski çağlardaki öteki dünyada kullanmak üzere ya da inandıkları tanrılara sunmak üzere mezarlara gömdükleri eşyalar. Esas koleksiyonum onlardan oluşuyor. Özel olarak da ilgilendiğim toprak kaplar… Çok farklı forumlarda toprak kaplar ölülerle birlikte gömülüyor. İlginç ayrıntılar var. Arkeoloji müzelerinin çoğunda Kıbrıs’ta da toprak eserlerle ilgili bölümler var. Fakat bu eserlerin çoğu zaten mezar odalarından çıkıyor. Dolayısıyla adı ölü gömme gelenekleri olsa da toprak eserlerden oluşan bir koleksiyona sahip olduğumu söyleyebilirim.”
Bu çok yönlü sohbetle dünyayı iki kez dolaştığını, farklı ülkelerde farklı tecrübeler yaşadığını öğreniyorum. Tüm bu gördüklerinden sonra da Kıbrıs’ı nasıl bulduğunu soruyorum.
“Ben Kıbrıs’ a âşık bir insanım. Çok güzel bir ada benim için. Ben aynı zamanda adada bulunan Pulya kuşlarının da şairiyim. Yıllar önce ilk geldiğimde pulya kuşlarının avlanma hikâyesini yazmıştım. Çok ilginçti. Gastronomi anlamında da ilginç. Ada her yönü ile gerek mutfağı, gerek arkeolojisi gerekse de sualtıyla fauna, florasıyla ve batıklarıyla çok etkileyici… Bunlar haricinde göçle gelen, adanın kuruluşundan, adadaki ilk insanın yerleşiminden beş parmak dağlarındaki ilk kabartmalardan bu yana hep içinde bir insan sirkülasyonu var. Dünyanın en güzel kadını da buraya boşu boşuna gelmemiştir sanırım. Afrodit gibi güzel bir kadın bu topraklarda doğmuşsa elbette onun peşinden de birçok adam bu topraklara gelecektir. Kıbrıs benim için güzel bir kadın gibi.”
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!