“Halklar birbirlerine benzer, onları bir araya getirmeliyiz” ZÜLFÜ LİVANELİ

Zülfü Livaneli’yi anlatmak için fazla söze gerek yok. Yüzüne baktığınız zaman nasıl bir insan olduğu belli oluyor. Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli bestecilerden… Sanatçı son zamanlarda kitaplarıyla da gönlümüze taht kurdu. Kendi adıma okumaya doyamadığım isimlerden biri oldu.

Zülfü Livaneli diyor ki bir daha Meclis’e girmektense cezaevine girmeyi tercih ederim. Sanatçı adeta sanatla bir şeyleri değiştirmenin siyasetle bir şeyleri değiştirmekten daha kolay olduğuna vurgu yapıyor…

“Kesinlikle sanatla daha çok şeyin değiştirilebileceği kanısındayım. Elbette bu biraz ironik bir söz ama doğruluk payı da şu; ben askeri cezaevinde Ankara’da yatarken birçok beste yaptım. Birçok eser ürettim. Daha sonra çıktıktan sonra onları kitlelere ulaştırdım. Ama TBMM Meclis’inde maalesef buna fırsat bulamadım. Meclis sizin sesinizi boğan bir yer. Mecliste bir oyun oynanıyor gibi geldi bana. Hayatımın halktan ayrı düştüğümü hissettiğim bölümü de o mecliste olan yıllarıydı.

Sanatçının edebiyatçı yönü son zamanlarda bestelerinin ve şarkılarının bir adım önünde gibi…

“Benim zaten müziğim hiçbir zaman salt müzik olmadı. Müzikle edebiyat arasında bir yerde duruyordu. Okuma, yazma ve kendimi esas yetiştirdiğim alan edebiyattı. Fakat şiirler besteleyerek, dünya şairlerinin şiirlerini besteleyerek, kendim sözlere şarkılar yazarak besteler yaptım. Benimki biraz şair şarkıcı biçimine büründü. Hiçbir zaman bir eğlendirici sanatçı olmadım. Tabii bu arada kafamda hep hikâyeler de vardı. İlk hikâye kitabım 1978 yılında yayımlandı. Tarihi epeyi eskidir. Arafat’ta Kalan Çocuk isimli kitabımdır. Şöyle diyebilirim; içimdeki şarkıları ve ezgileri söyledim, kitlelerle paylaştım ama anlatacak hikâyelerim hala var ve bitmedi.”

“SON ADA DÜNYADA YAŞADIĞIMIZ KRİZİ ANLATAN KİTAP”

 Birçok insan için yazarın en etkileyici kitabı Serenat olsa da beni en çok etkileyen kitabı “Son Ada”. Hem kitabı yaşadığım adaya benzetmem hem de oradaki ana karakterde KKTC’nin ilk Cumhurbaşkanı Denktaş’ı görmem en büyük etken…

 “ Bu kitapta biliyorsunuz ülke ve insan ismi kullanılmıyor çünkü evrensel bir konuyu anlatmak istedim. O kitaptaki diktatör karakterine bazıları Kenan Evren dediler, bazıları Recep Tayyip Erdoğan diyor. Bazıları hatta Gezi Parkı olayından çok önce yayımlanmış olmasına rağmen Gezi olaylarıyla ilişkilendirdiler. Çünkü o kitapta da ağaçların kesilmesiyle başlayan bir protesto vardı. Sanki bir öngörü gibi yazıldı. Sonuçta bunu herkes kendi ülkesine göre yorumlayabilir. Çünkü burada hem doğaya hem de insanların yaşamına yönelik müdahale var. Müdahale olduğu zaman işler çığırından çıkıyor. Bunu da görüyorsunuz kitapta da anlatmıştım sanki sözüm ona demokratik yoldan yapıyor gibi. Hiçbir zaman gelip şiddetle ya da silahla yapmıyor. Bir komite seçiyor. Komitede çoğunluğunu elde ediyor. O komitenin kararlarını uyguluyor. Sonuçta demokrasi dediğimiz oyunun ki dünyada oyun haline geldi, bunun diktatörlüklere ve seçilmiş krallıklara yol açtığını anlatan bir kitap. Sizi de kutluyorum bu kitabı sevdiğiniz için çünkü benim de en sevdiğim kitaplarımdan biridir. Yaşar Kemal’in de en sevdiği kitabımdı. ‘Orhan Kemal En İyi Roman Ödülü’nü de bu kitapla almıştım. Sanıyorum şu anda dünyada yaşamakta olduğumuz krizi anlatan roman odur.”

 “Yazarlar yarattıkları karakterlerle yaşarlar ve ölümsüz olurlar” diyor Zülfü Livaneli ve her bir kitabıyla yazar Livaneli olarak ölümsüz olmaya bir adım daha yaklaşıyor.

 “Müzisyenler beni zaten eskiden beri hep edebiyatçı gibi görürlerdi. Doğrudur yazarın yarattığı karakterleriyle ölümsüz olması çok önemli. Çünkü bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman kitabı kapattığınızda bile aklınızda bazı karakterlerin kalmış olması lazım. Sanki kardeşiniz ya da arkadaşınız gibi olması ve yıllarca unutmamanız lazım. Raskolnikov’u unutmuyoruz ya da Madam Bovary ya da İnce Mehmet’i unutmuyoruz. İşte bu karakterlerdir romanları yaşatan ama bazı romanlar var ki tamamen laf kalabalığı. Beş yüz sayfa okuyorsunuz ve aklınızda ne bir kişilik kalıyor ne de bir an. Çünkü oradaki karakterler canlanamıyorlar. Hani denir ya Tanrı çamurdan bir şey yaptı da sonra ona ruh üfledi, insan oldu. Bazı yazarlar da işte o ruhu üfleyemiyor. O karakterler yaşayamıyor. Benim için de kitapların, romanların edebi ölçüsü karakterlerin ne kadar hayatımıza karıştığıyla ilgilidir.”

‘ETE KEMİĞE BÜRÜNMEK YUNUS DİYE GÖRÜNMEK’

 Her zaman Zülfü Livaneli’nin çok farklı kimliklerine vurgu yapılır. Yazar, besteci, müzisyen, politikacı ve yönetmen  gibi… Oysa o Yunus Emre’nin Mevlana’ya söylediği söze gönderme yapıyor. ‘Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’ diyerek çok alçak gönüllü davranıyor.

 “Ben aslında hayatta insanlara hep kendimi ve düşüncelerimi anlatıyorum. Herkes kendini anlatır ben de bu sanatın değişik forumlarıyla hayat bulurum. Aslında şarkılarım da beni anlatıyor, romanlarım da. Değişik tekniklerle aslında hep aynı şeyi yapıyor gibi hissediyorum. Benim romanlarımda da aşağı yukarı hep aynı temalar işlenir. Şarkılarım da öyledir. Sadece teknikler farklıdır. Bu bakımdan ben böyle prizmanın farklı yüzleri gibiyim. Zaten sanatlar arasında çok yakın akrabalıklar vardır. Dünyada ben tek değilim. Dünyada aynı zamanda müzisyen, ressam, senarist ya da film yönetmeni olan çok insan var. Çok da büyük insanlar var. eskiden de böyleydi. Rönesans insanı dediğimiz zamanda sanatçılar böyleydi. Tabii kendimi o büyük isimlerle kıyasladığımdan değil ama Leonardo Da Vinci’yi düşünün hem mühendis, hem tıp ve anatomi bilgini hem ressam hem de heykeltıraş. Bizden İbn-i Sina ve Farabi’yi düşünün, müzik aleti bile icat ediyorlar. Ömer Hayyam hem astronom, hem şair hem de matematikçiydi. Eskiden dünya böyleydi. Ancak Amerika 20. yüzyılda dünyayı bir garip uzmanlaşmaya doğru götürdü. O zaman da bir insan vücuduna bakmak için bir hastaya yirmi ayrı uzmanlık alanı olan doktor gelmeye başladı. Şimdi yirmi doktor bir arada olmazsa siz muayene olamıyorsunuz. Bu uzmanlaşma çok tuhaf yerlere doğru gitmeye başladı. Ancak şimdi bundan vazgeçilmeye başlandı. Şimdi en gelişmiş batı üniversiteleri tekrar disiplinler arası yola döndüler.”

Son kitabı “Konstantiniyye Oteli” Mayıs ayında yayınlandı. Zengin karakterleriyle bizi İstanbul’un derinlerinde yolculuğa çıkaran yazarın yeni kitabı benim için eski kaldı.

 “Okurlarımın hızına yetişemiyorum. Sizin gibi, hep diyorlar ki bitirdik çok güzel, hadi yeni bir kitap. Bunu mutfakta pişen yemek gibi düşünün. Yemeğin hazırlanması saatler alıyor ama yenmesi yarım saat sürüyor. Bu da onun gibi. İki ya da üç yılda bir kitap yayınlanmalı. Yine de aklımda bir roman konusu var. hatta üzerinde çalıştığım romanlarım da var. Yalnız o romanlardan önce benim en yakın dostum olan Yaşar Kemal için bir kitap hazırlayacağım. Kırk dört yıl ayrılmaz bir dostluk yaşadık. Bu yüzden ‘Yaşar Ağbi’ adıyla onun üzerine yaşadıklarımı, onunla olan anılarımı, edebiyatına ilişkin analizlerimi yayınlayacağım. Bu kitap benim için onun anısına bir borç gibi. Romanlardan önce onu yapacağım. Siz biliyorsunuzdur, Türkiye’ye ayrıca modern röportajı getiren isimdir. Onun gibi röportaj yapan dünyada da çok azdır. Şu gün röportajlarını okusanız bu günün sorunlarının o yıllarda nasıl yazıldığını görürüz. Büyük bir adamdı. Sadece büyük bir yazar değil büyük de bir insandı. Ben de yakın dostumu kaybettim. Bana da onun arkasından ağıt söylemek ve kitap yazmak kaldı.”

“SAVAŞLAR İNSANOĞLUNUN ZİHNİNDE BAŞLAR”

İki toplumlu konser için Ada’ya gelen sanatçı için gece, konserden öte adeta bir misyon gibiydi. Geçmişte UNESCO barış elçisi görevini de yürüten Livaneli savaşların zihinlerde başladığı kanısında…

 “Kesinlikle bütün savaşların insanoğlunun zihninde başladığı kanısındayım. Ama bu savaşları sanatla ortadan kaldırmak çok naif bir düşünce olur. Dünyanın tüm sorunlarını ya da Kıbrıs’ın sorunlarını sanatla, müzikle ya da edebiyatla çözeriz diyebilir miyiz? Mümkün değil o kadar da naif değiliz ama en azından yardımcı olabileceği kanısındayım.  Bu şekilde halkları bir araya getirebiliriz. Çünkü halklar birbirlerine benziyor. Güneyde olanlar da kuzeyde olanlar da bu Kıbrıs adasında olan herkesin benzer sıkıntıları var. Hastalık çekiyoruz, ölüm acısı çekiyoruz, âşık oluyoruz. Sevinçli anları oluyor. Düğünleri, cenazeleri oluyor. Bunlar hep aynı insanlar. Bir tek konuşulan dil ve dinler farklı. Sonuçta insanlar hep aynı. İnsanların beraber şarkı söylemeleri hiç olmazsa biraz yumuşatıyor. Bu dönen çarklar onları yumuşatacak ve inceltecek yağ ister. Hümanizm de işte budur. Hayattaki çarkların daha yumuşak dönmesini sağlar. İsmail Cem rahmetli dostum Yorgo Papandreu ile barış görüşmelerini yürütürken bana demişti ki ‘biz sizin serdiğiniz halının üzerinden yürüyoruz.’ Yine aynı misyona inanıyorum. Benim de hayatta barış için payıma düşen bu. Türklerle Yunanlılar arasında, Türklerle Kürtler arasında ya da Ermeniler arasında tüm dünyada Kıbrıs’ta da barışı, dostluğu kardeşliği işlemek.”

“BEN HAYATA MİLLİYETÇİ BAKIŞ AÇISIYLA BAKMAM”

Kıbrıs konusuna olan bakış açısı hem Zülfü Livaneli olarak hem de bir dönem Cumhuriyetçi Halk Partisi’nden milletvekili olmasından dolayı hayli merak konusu. İnsan ister istemez kişisel bakış açısıyla CHP’nin milliyetçi bakış açısının örtüşüp örtüşmediğini sorguluyor. Gülümsüyor ve zihnimdeki soruları tamamen ortadan kaldırıyor.

 “Kesinlikle hayır, zaten biliyorsunuz ben bir süre sonra vekillik görevimden de CHP’ye üyelikten de istifa ettim. İstifa etme nedenlerimden biri de CHP’nin fazla milliyetçi çizgiye kayması, Kıbrıs meselesi dâhil olmak üzere çok katı bir sağ çizgiye yönelmesiydi. Ben hayata bu bakış açısıyla bakan bir insan değilim. O bakımdan o parti kimliğiyle kendimi tarif edemezdim. Ben orada milletvekili olurken şartlarımızı en baştan konuşmuştum. Özgürlükler Avrupa Birliği, barış, bütün demokratik ve insan hakları değerlerini bulmak üzere meclise girmiştim. Bir de baktım ki parti başka telden çalıyor. O zaman da dedim ki ben yine bağımsız kendi kendimden sorumlu olayım. Ben CHP’nin hesabını veremem dedim.”

“AKINCI BARIŞA BÜYÜK KATKILARDA BULUNACAK”

 Sanatçıya göre başta Kıbrıs konusu ve barışa daha ılımlı gibi bakan Adalet ve Kalkınma Partisi’nde de zaman içinde benzer çizgiye kayma söz konusu.

 “Öyle görünüyor ki Adalet ve Kalkınma Partisi de Kıbrıs konusunda milliyetçiliğe kaydı ama benim gibi Türkiye’de de milyonlarca insan yeni Cumhurbaşkanınız Sayın Akıncı’nın ilk seçildiği zaman söylediklerini       büyük zevkle ve coşkuyla dinledik. ‘Biz her zaman yavru kalacak değiliz, yavru elbette büyüyecek’ demişti. Ben çok umutluyum ve çok sevdiğim saydığım bir kişilik. Onun barışa çok büyük katkılarda bulunacağı kanısındayım.”