“Adalet olmazsa kimlikler katilleşiyor” Hayko Bağdat

Hayko Bağdat genç ve Ermeni bir gazeteci yazar. Kitaplarından ve gazetecilikten yola çıkarak başladığımız röportajda çok daha derinlere, Türkiye’nin iç meselelerine daldık. İçinde çokça acı ve gözyaşının saklı olduğu bu satırları Bağdat “ilk kez bu kadar açık ve içten konuştum” diye özetledi. Belki Kıbrıs’ın insana yaşattığı rehavet onu bu denli konuşturdu, belki korumasız geçen birkaç özgür gün… Geriye ise hepimizin özünde doğan, büyüyen, yaşayan ve ölen varlıklar olduğumuz gerçeği ile ortak acılarımız kaldı…

“DEVLETE KARŞI MÜCADELE”

Bağdat sadece bir yazar ya da gazeteci olmaktan öte hayatı pahasına bir şeyler için mücadele eden bir isim… Neyin kavgasını verdiğini soruyorum ve anlıyorum ki bu mücadele bizim sandığımızdan çok daha öte…

“Sanırım yaptığım kavganın sonucu hayırlı olmayacak. Ama yapılması gerekiyor. Bize atfedilen kimliklerimiz var, onlara göre bir hayat yaşamaya çalışıyoruz. Ermenilerin bir tarihi ve soykırıma uğradıkları gerçeği var. Var işte ve biz tüm bunlar üzerine ben ve benim gibi bir grup insan bir hayat inşa etmeye çalışıyoruz. Ne olur şunu anlayalım adalet olmazsa kimlikler katilleşiyor. Sen Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılmasının ardından hayatta kalan bir Alevi’ye gidip de “kim öldürdü bu insanları” diye sorarsan, robot resmini çizelim dersen o sana bir tarif verir. O sakallı, başı örtülü çarşaflı der belki. Bir Cumartesi Annesine gider ve “kim öldürdü senin çocuğunu” dersen o da sana arabasının arkasında Türk bayrağı olan bir bıyıklı der belki. Tüm bu insanlara ve bize lazım olan ise adalet, bize adalet lazım. Türkler katil değil, içlerinden bir kısmına katiller sızdı sadece. Ama onlara da “katil” demek zorundayım. İnsanları öldürdüler. Şimdi ben mücadele etmekten başka ne yapabilirim ama Türkler de kendilerini katil hissederek mücadele olmaz ki. Aslında Türkiye Devleti’nin ne Ermenilerden ne de Kürtlerden özür dilemesinden çok Türklerden özür dilemesi gerekiyor. Hepsini böyle bir zan altında bıraktığı için. Gerçek, devletin Türk’ün adını kullanarak cinayet işlediği gerçeğidir.”

Türkiye’de yaşananları biraz da Bruce Wils’in oynadığı Altıncı His Filmi’ne benzeten Bağdat, yaşadığımız toprakların altındaki faili meçhullerle hiçbir zaman mutlu olamayacağımızı gözleri dolarak anlatıyor.

“Aslında hayatımız da bu film gibi. Ailelerimiz ve çocuklarımız var. Hikaye de öyleydi aile yeni hayat kurmak adına yeni eve taşınıyordu. Evin onlara iyi geleceğine inanıyorlardı. Her ailede olduğu gibi onların da problemleri vardı. İnanıyorlar ki yeni evleri onların sorunlarını çözecek, çok daha iyi hissettirecekti. Biz de izlerken böyle bir beklentiye kapıldık ancak ansızın gaipten sesler gelmeye başladı. Odadaki çocuk korktu, ağladı. İşte bizim de çocuklarımız korkuyor. Toplum olarak yükselen seslerden korkuyoruz. İstiyoruz ki o ses sussun. Baba da öyle bir çabaya giriyor. Çeşitli yöntemlere yerlere başvuruyor. Tesisatçı getiriyor. Rahip getiriyor. Ses susmuyor. Ancak zaman geçtikçe anlıyoruz ki bu sesler boşuna değil. Bir derdi var. Bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Diyor ki burada ölü var ve katili serbest. Beni öldürdüler. Ben bu evin bodrumunda gömülüyüm. Duyun sesimi. Bir evin bodrumunda mezarsız cesetler varsa o evde huzur olmaz. Türkiye de bugüne kadar bu sesleri susturmak için her şeyi yaptı. Neler yapmadılar ki. En sonunda bu sesi çıkardığı için gazeteci Hrant Dink’i de öldürdüler. Oysa o sesler çocuklarımızı korkutmak, bizi huzursuz etmek için değil, aslında katili göstermek için var. Bu katil birilerini öldürdü, şimdi seni de öldürebilir demek için var. Ben bunun için buradayım. Bunları söylemek, hatırlatmak için. ”

“HÂLÂ UMUDUM VAR”

Elbette bir filmden yola çıkarak çizilen bu tablonun ardından esas merak ettiğim bundan sonra ne yapılması gerektiği… Sesler yükselmeye devam etmeli diyor…

“Şimdi yapılması gereken o sesi susturmaya çalışmaktan vazgeçmek. Zaten susturamazsın, gaipten gelen bir ses var. Ne yapsan susmuyor o ses. Hiç kimse yaşadığı topraklarda failli meçhuller olsun istemez ama var ve oluyor. Ne yapalım o zaman öyleyse bu insanları usule göre bir gömelim. Mezar taşlarını yapalım. Anadolu’da milyonlarca insan var usulüne göre gömülemeyen. Ben artık bunlardan, ülkem artık bunlardan kurtulsun istiyorum.  Dünyanın her yerinde böyle olaylar oldu ama Türkiye’de daha fazla sıkıntı var. Bu evin sahibi Türkler ve katiller serbest. Berkin’i de öldürdü. Robosky’le öldürdü. Tamam, yüz yıllar önce birileri öldürdü ve bitti değil olay. Hala insanlar, çocuklar öldürmeye devam ediyor. Ben Ermeni’yim diye kimse bana merhamet göstermesin ama herkes artık kendi çocukları ve onların geleceği için katile katil diyebilsin. Esas bunu yapmamız gerek. Başarabilir miyiz bilemiyorum. Türkler, Kürtler, Mezopotamya, Anadolu hepimiz katile katil diyeceğiz. İnsanları usulüne göre defnedeceğiz. Sonra da yeniden hayata başlayacağız, bunun olabileceğine çok inanmamakla birlikte hala umudum var. Umarım da olur.”

Kitaplarından öğrendiğime göre Bağdat, son iki yıldan bu yana hayatını bir koruma polisi ile paylaşıyor. Merak ediyorum bunca ölüm ve faili meçhulün olduğu ülke bu denli yüksek sesle bunları söylerken kendi de ölümden korkmuyor mu, ya beni de vururlarsa demiyor mu?

“Evet, evin bodrumunda bir gün ben de olabilirim. Ben de usulüne göre gömülemeyebilirim. Ama ne yapalım bazen de talih işte tam da böyle bir şey. Hayatımıza böyle bir yol çizebiliyor. Ama ben mücadele etmeden yaşamak nedir bilmiyorum. Başka türlü yaşamak ne bilmiyorum.”

 

YÜZLEŞMEK İÇİN İKİ KİTAP

İlk kitabı Salyangoz, Türk mahallesinde salyangoz satmak deyimi üzerinden hayat bulan bir kitaptı. Biz orada bir azınlığın toplumda nelere maruz kalabileceğini, nasıl dışlanmalar yaşayabileceğini öğrendik.

“Salyangoz’da yazdığım her şeyi aslında Türkler için yazdım. Onlar gerçekleri öğrensin diye yazdım. Orada anlattıklarım Türkiye’de yaşayan bir Türk için çok gerekli bilgiler. Şimdi herkes kendi hayatını yaşıyor ama o hayatlar yaşanırken bir yandan da bana bir şeyler oluyor. İstedim ki toplum, Türkler, bana yapılanları bilsin ve öğrensin. Bana ya da benim gibi ötekileştirilenlere bunların yapılmasına izin vermesin. Artık herkes gerçeklerle yüzleşsin diyerek bu kitabı kaleme aldım. Çok da geniş kitleye ulaştım. Bana korsanının yayınlanmasını engelleyebiliriz dediler. İstemedim. Korsanı da olsun dedim. Ne kadar çok insan bu kitabı okursa o kadar çok insan gerçekleri görür diye düşündüm. Öyle de oldu. Salyangoz hayatımın dönüm noktasıdır.”

Elbette yeni kitabı Gollik’ten de bahsetmeden olmaz… Gollik bizi kendi gollik halimizle buluşturuyor diyor Bağdat ama kitabın traji komik olduğunu da söylemeden geçmiyor ve soruma soru ile karşılık veriyor.

“Bu kitapta hepimizin başına gelen, komik duruma düştüğümüz anları anlattım.  Çocukken arkadaşlarım ile bu durumlar için kullandığım bir ifadeydi gollik. Hani bazen birinin arkasından konuşursunuz bir de bakmışsınız yanınızda. Onun gibi. Bu gibi durumlar çok komik olsa da benim için biraz da traji komik aslında. Çünkü insanlar olağan olarak bu hallere düşerken benim bu duruma düşme sebeplerim Ermeni olmamla ilgiliydi. Kitapta da bunu anlattım. Şimdi ben sana soruyorum insan neden kökeninden, kimliğinden dolayı komik duruma düşsün, düşürülsün ki… Gollik de yüzleştirme derdi ile ortaya çıktı. Aslında bana bir şeyler olurken yaşadığımız topluma da bir şeyler oluyor onu da anlatayım istedim. Topluma bakıp da geçmişten hiç zarar görmediğini sandığımız insanların yüz binlerce insanı ölüme gidişine tanıklık ettiğini hatırlayalım. Bunun sonucunda da toplumdan sağlıklı bir şeyler, sağlıklı nesiller çıkar mı? Ona da siz karar verin. Bazıları diyor ki iyi oldu Ermeniler öldü kaçtı gitti. Hadi ona tamam diyelim. Berkin’in ölmesi de mi iyi oldu. Ekmek almaya giden bir çocuğun ölümündeki iyilik hali ne. Hepimiz insanız ve öleceğiz ama Türkiye’de kimin nerede, nasıl ve neden öldürüleceği gibi durumlar söz konusu. Hayatla, devletle, medya ya da toplumla olan ilişkinize göre her an ölüm tehdidi altındasınız.”

“BEN MEDYATİK DEĞİLİM”

Türkiye’de şu anda öldürülen trans bireylerin sayısının Ermenilerin sayısından bile fazla olduğuna dikkat çeken Bağdat ve sanki Türkiye’de Ermeni sorunundan öte bir insanlık sorunu yaşandığına dikkat çekmek istiyor. Bir köşe yazarı ve yazar olarak esas mücadele ettiği konuyu ise şöyle özetliyor…

“Türkiye’de 60.000 Ermeni nüfus var. Bunların kaçının öldürüldüğünü düşününce öldürülen trans bireylerin çok daha fazla olduğunu fark ediyorum. İşte o yüzden Ermeni sorunu yok diyorum. İki Ermeni öldürüldü bu güne kadar Türkiye’de… Ama kadınlara bakın ortalama her gün Türkiye’de üç kadın öldürülüyor. Aslında esas mesela bu, biz bunu görmüyoruz. Sıkıntı burada. Bu katil bana benzemiyor, benzeyemez diyeceğimiz bir kültür oluşturmak gerek. Ekrana çıktığımda televizyonun sesini kapatarak beni izleseniz de haklılığımı anlarsınız. Yüzümde, ifademde de bu var. Ben gerçeğim, anlattıklarım da gerçek. Ben konuşurken hep birileri ama, ama, ama diyor… Oysa bunların âmâsı yok. Herkes anlasın ki bir Ermeni olarak Türkiye’deki Ermeni konusu ile uğraşmıyorum. Sadece vatana hizmet ediyorum. Senin benim çocuğuma hizmet ediyorum. Özgür olsunlar, top oynasınlar diye hizmet ediyorum. Ben Ermeni meselesinden çoktan geçtim. Ben standart medyatik bir köşe yazarı ya da televizyoncu ya da yorumcu değilim. Hiçbirine de benzemiyorum. Ben anlatmak istediklerimi anlatmak için bunları araç olarak kullanıyorum.”

“KIBRISLILAR DA GELECEKTEN ENDİŞELİ”

Bağdat’ın bu Kıbrıs’a ilk gelişi değil. Daha önce sadece turistik ziyaretler için ülkeye gelirken bu kez toplumu da yakından gözlemliyor. Elbette bunun sonucunda az da olsa bazı çıkarımlarda da bulunuyor.

“Aslında sizin de bir derdiniz var. Bunu hissettim. Sizin de derdiniz, bana benzeyen dertleriniz olduğu için beni buraya çağırdınız. Anlatacaklarımı dinlemek istediniz. Ben de sizlerin ne anlatacağını merak ettim ve geldim. Kıbrıs’a dair daha çok şey, Türkiye’nin milliyetçi ana yavru söylemlerinden daha fazlasını görmek istedim. Hatta gelmeden twitter’da bu söylemlerle dalga da geçtim. Anladım ki Kıbrıslı Türkler de sanıldığı kadar mutlu ve sorunsuz değiller. Onların da geleceğe dair, çocuklarına dair endişeleri var. Zaten Türkiye’de ne olursa siz de doğrudan etkileniyorsunuz. Haziran seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) barajı geçmezse Türkiye’yi iç savaşın beklediği ve kötü günlerin bizi beklediği kanısındayım. Umarım ben yanılırım ama sanılanın ya da gösterilenin aksine Türkiye’de bir demokratikleşme süreci yaşanmıyor. Demokratikleşme konusunda bugün Kürt meselesine ilişkin bazı adımlar atılıyorsa bu Kürtlerin verdiği mücadeleyi kazanmalarının sonucudur. Mücadele etmeden Türk devletinden bir şey beklemek, size demokratik davranacağını sanmak olabilecek bir şey değil. Bunu unutmayın.”