“Şairlerin En Kötü Şiirleri Hayatlarıdır”  SEZAİ SARIOĞLU

Şiir utandırmasın, şiir usandırmasın, şiir uslandırmasın diyor ve onunla zaman utanmadan, usanmadan ve uslanmadan geçiyor.

Sanatçı ve Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak geçtiğimiz hafta Kıbrıs’ta bulunan gazeteci, yazar ve şair Sarıoğlu’yla hayatı, hayatın içinde yazıyı ve şiiri konuşuyoruz. O anlattıkça Kıbrıs’a dair bilgisi beni şaşırtıyor. Meğerse o yeni kitabıyla bize bizi anlatmaya hazırlanıyor. Sarıoğlu ile sohbetimizin ardında nar taneleriyle süslü bir kitap, zihnimde dolaşıp duran sözler, bir de bu satırlar kalıyor.

Sohbetimize şiir yazma hali üzerine konuşmakla başlıyoruz. Şiir yazmanın normal bir şey olmadığı noktasında hem fikir olurken Sarıoğlu yine de günümüz şairlerinin şiir yazmayı bu denli olağan üstü ifade edişlerine karşı.

“Şiirin şimdiki zamandaki kutsallaştırılmasına itiraz edenlerdenim. Bu kavramlar artık gelinen noktada iktidar aracı oldular. Şiir özgürlük aracılığından çok sanki ulaşılmaz bir yerde. Oysa bütün sanat dalları içerisinde şiir insanlık tarihiyle beraber gelişen ifade biçimi… İşte bu nedenle şiirin edebiyata dâhil olmadığı başka bir şey olduğu söylenir. O başkalık da buradan ileri gelir. İnsanın var oluşuyla birlikte, şiir icat olmadan önce bile insan şiirler söylüyordu. Şiir insanın insanla, insanın doğayla, insanın kendisiyle yabancılaşmaması üzerine kurulan bir şey. Her insan şiir, öykü yazabilir. Bu şiirle de öyküyle de denemeyle de olur. Önemli olan insanın kendini ifade etmesinin kıymetli ve müjdeli bir şey olduğunu anlamamız. İyiliğe gidebilmemiz için de kendimizi tanımlayış biçimimizi sürekli test etmemiz gerekmektedir. Önemli olan başlangıç kaynağındaki kirlenmemiş, iktidar içermeyen şiire işaret etmemiz. Şiir atölyelerinde ilk derste çocuklara iki şeye dikkat etmelerini söylüyorum. Birincisi şairlerin en kötü şiirlerinin hayatları olduğu ve diğeri de şiir egoyu çok şişirdiği gerçeği. Hayatta egoyu şişirmeden birbirimiz üzerinde iktidar kurmaya çalışmadan şiir yazmak, şarkı söylemek, dans etmek gerekir. Tüm mesele de budur.”

AŞK DEDİĞİN HARAM OLUR

Hani bazen iki dize yeter ya anlatmak istediğimiz her şeye, işte biz de sohbetimize şiirin gücünü ve insan hayatı için ne anlamlar ifade ettiğini konuşmakla başlıyoruz.

“İnsanın derdi varsa şiir yazar. Şiir aslında hayatla bir baş etme biçimidir. Şiir dünyadaki kötülüklerin karşısına iyilik, özgürlük, adalet, eşitlik ve daha da fazlasını koymak demektir. Tabii özel olarak şiir, genel olarak sanat ise, sanat bu kötülük dünyasıyla baş etme biçimidir. Aynı zamanda insanın kendisi ile baş etme ve iyileşme biçimidir. Yaralarımızla iyileştirmektir. Bu yaralar politik olur, aşksal ya da toplumsal olabilir. Kalbimizle aklımız arasındaki çatışmalarda şiir iyileşme olarak vardır, gereklidir. Şiir ayrıca bir arkadaşlık teklifidir. Manalı bir tanışmadır. Şiir kaybettiğimiz, adını koyduğumuz, koyamadığımız, kavramsallaştırdığımız, ya da kavramsallaştıramadığımız, duyumsadığımız, duyumsayamadığımız her ne varsa onlarla yeniden tanışmaya davettir. Şiir bildiklerimizden şüphe etmektir. Şiir cevap anahtarı değil, sorular içerir. Şiirin kendisi cevaptan çok soru meselesidir. Benim şiire yüklediğim anlam şiir yoluyla sadece insanın insanla, dilin dille tanışması değil. Bireyin kendisiyle de tanışmasıdır. Eski kendimizden yeni kendimize nasıl taşınacağımızın meselesidir. Elimizden tutar. Bize yeni anlam dünyaları bahşeder. Bazen binlerce sayfalık kitapta anlatılamayan bir fikir bir şiirler ile anlatılır. Şiir sözcükleri çoğaltarak değil sözcükleri azaltarak ama anlamı çoğaltarak yazılır.”

“DEVLETLE DERDİM VAR”

Sarıoğlu’nun şiir kitabı “Aşk Dediğin Haram Olur” düzene, erk sahiplerine ve iktidarın var etmeye çalıştığı sisteme itiraz hatta isyan niteliğinde kaleme alınmış. İsmiyle insanı derinden yaralayan kitabın hikayesini kendisinden dinleyelim.

“Benim de bu şiirleri yazarken derdim vardı. Dünya ile devletle derdim vardı. Hala da var çünkü bu dünyada çok tehlike var. Ekolojik, teolojik tehlikeler var. Bütün bu tehlikelerle sadece siyaset yaparak baş etmek mümkün değil. Marx’ın dediği gibi “benden önceki filozoflar dünyayı yorumlamak için çalıştı oysa asıl olan dünyayı değiştirmektir”. Dünyayı yorumlamak ve değiştirmek derdi politika ve politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iş. Sanatın yeri de burada. Ben de kısaca derdim olduğu için bunları yazdım. Devletle derdim var. Dağlarla derdim var. Kendi kişisel acılarım var annem var bu kitapta. Ama burada kilit kavram aşkın haram olması meselesi. Burada sadece dini olarak haram ve helal lafının ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Ben her zaman tersinden konuşmaktan yanayım. Şairler dili tersten alırlar. Belirlenen dile itiraz ederler. Diyelim ki ben Türkçe konuşuyorum ama Gülten Akın’nın dediği gibi herkesle “aynı dilden konuşuyorum ama aynı dili konuşmuyorum.” Ben Türkçe konuşuyorum ama devletle, erkle aynı dili konuşmuyorum. O dilin içinde başka bir dilde şiirler yazıyorum. O nedenle de şairler aslında sürgündürler. Başka bir zamansallıktan bize seslenirler. Burada anlattığım sürgün bize sunulan zamandan, bunun ötesinden bir zamandan okura seslenişleri.”

Değişik politik süreçlerden geçerek bu günlere gelen Sarıoğlu şiirleri yanında yıllardır Özgür Gündem’de yer alan yazılarıyla da günlük hayatın dertlerine ışık tutuyor.

“Ben politik biriyim. Değişik politik süreçlerden geldim. Amacım dertlerimi dünyanın ortasına atmak. Ayrıca benim gibi yazarlar ya da şairlerin kitaplarını yayınlayan yayın evinin işi zordur. Türkiye’de şiir kitapları beş yüz tane basılır. İki yüzünü şair alır, çok ünlü değilsen de kalan depoda çürür. Ben bu kitapla militanlık yaptım çünkü şiir bazen bunu da ister. Okura şiiri nasıl ulaştırabilirim diyerek oturup beklemedim. Yayın evi, dağıtım şirketine her şeye rağmen ben Türkiye’de, Kürdistan’da Avrupa’da belki de yüz farklı yerde bu kitapla bağlantılı dinletiler yaptım. Şiiri okurun ayağına getirdim. Burada Kıbrıs’ta da bunu yaptım. Sonuçta dert burada duruyor, okur onunla nasıl ilişkilenecek. Nasıl üzerine düşünecek. Okura ulaşmak gerek. Okura ulaşmamın diğer bir yolu da gazetelerdir. Yaklaşık otuz yıldır Özgür Gündem gazetesinde, hiçbir karşılık alamadan yazılar yazmaktayım. Böylece fikirlerimi insanlarla paylaşma, onlara ulaşma şansı buluyorum. Bunca insana ulaşmanın da ciddi bir başarı olduğunu düşünüyorum. Ben geçen ay Şükrü Erbaş’la Viyana’daydım mesela. Orada bulunan bir okuyucu sahneye çıkıp “Sen yenisin galiba/Sözcüklerin akşamdan kalma” ile başlayan şiirimi seslendirdi. Ne mutlu bana.”

DEVLET KÖTÜLÜK İÇİN VAR

Röportaj kitabı “Nar Taneleri”nden söz etmeden olmaz… Sarıoğlu, bu kitap için reklamcı olmayan eski solcular ifadesini kullanıyor ve hayatın içinden kişileri okurla buluşturuyor.

“Bu kitabın hikayesi 12 Eylül 1980 yılına uzanıyor. O zaman henüz 30 yaşındaydım ve bu hayatımdaki büyük bir travmaydı. O zulmü yıllarca içeride yatarak yaşayanlar oldu. 16 yaşında içeri girip 30 yaşında çıkan oldu. Herkesin de pek çok hikayesi birikti. Kıbrıs’ta da 1958, 1963 ve 1974’ü bilen insanların çok hikayesi vardır. Türkiye’de de sol kültürün çok hikayesi vardı. Geçmişle gerçekten yüzleşmek için yazıldı bu kitap. Solcular kendine ayna tutsun diye yazdım. İlk kez sözlü tarih örneği olarak gösterilen bir kitap oldu. Sekizinci baskısında. Ben bu arkadaşlarıma dedim ki yaşadığınız masalı hakikat üzerine kurmak istiyorsanız bu hikayeler bilinmeli. Devletin bize yaptığı kötülükleri politik olarak şiir, öykü ya da deneme ile anlatmamız yeterli değil. Devlet kendi hayatlarımızda zaten kötülük icat etmek için var. Ama bunun yanında insanın insana yaptığı kötülükler de var. Kıbrıs tarihinde de durum aynı. Hep Türkler Rumlar birbirlerine kötülük yaptı onlar anlatılır. Peki ya EOKA’nın Rumlara yaptıkları… Ya da TMT’nin Kıbrıslı Türklere yaptıkları… Bunlar unutularak nasıl tarih yazılabilir. Ben de hiçbir şey unutulmasın gizli kalmışlık ortaya çıksın diye yazdım. Her travmanın bir de yer altı tarihi vardır. Bunu yüksek sesle ilan etmekle inkâr etmek arasında bir diyalektik var. Çoğu zaman da sır üstün gelir ama travmaların iyileşmesi için yaşananların anlatılması ve kendimizi yeniden onarmamız gerekiyor. Ben o zaman bu kitabı yazdığımda bir ilkti. Şimdi bu tarz kitap çok var. Şimdi de Kürt Nar Taneleri’ni yazacağım. Aynı şekilde Kıbrıs’la ilgili bir kitabım da var. Orada da çok isimler var. Hem Türk hem de Rumlar var bu kitapta… O yayın aşamasında.”

 “KIBRIS, MİLLİYETÇİLİĞİN YENİDEN ÜRETİLDİĞİ MESELEDİR”

Sarıoğlu’nu ve Kıbrıs’a dair izlenimlerini dinledikçe Ada ile kurduğu bu denli yakın ilişkinin nereden geldiğini merak etmeden edemiyorum…

“Ben cezaevindeyken beş ayımı yarı çıplak bir hücrede geçirdim. Kalem yok, defter yok. Sadece sonsuz bir zaman, ne gece belli ne de gündüz. Tek tip giyinmediğim, sofrada oturmadığım, istiklal marşı söylemediğim için hücreye gönderilmiştim. O hücrede de nedense aklıma parçalanmış toplumlar geldi. Lefkoşa, Beyrut ve Berlin gibi parçalanmış şehirleri düşündüm. Ansızın ilgi alanıma girdi. Çıkınca da şiir üzerinden Kıbrıs’ı araştırmaya başladım.  Yunanistan üzerinden Güney Kıbrıs’a da gitmeye başladım. Beyrut’a, Berlin’e de gittim. Bir de Kıbrıs meselesinin apayrı bir önemi var. Çünkü Kıbrıs her zaman Türkiye’de milliyetçiliğin ve ırkçılığın yeniden üretildiği bir meseledir. Özellikle resmi tarih açısından bakınca ortaya çıkan sonuç budur. Kürt ve Ermeni meselesi de öyle tabii. Hala Kemalist solcuların bile Kıbrıs’ı yavru vatan olarak tanımlaması, 74’ü tanımlamalarındaki problemli ifadeler, Türkiye’deki resmi tarihin ırkçı ve milliyetçi kodları ile konuşan bir dilleri var. Bu apaçık ortada. O nedenle benim için Kıbrıs aynı zamanda yüzleşme ve tanışma alanı. Dikkat edin bilgi demiyorum. Bugün bilgiyi google’dan da öğrenirsiniz. Mesele bilmenin özgürlükçü hale dönüşmesi, tanışmaya vesile olmasıdır. Benim için Ada’yı öğrenmek Türkiye’deki sosyalist ortamda Kıbrıs sorununun yeniden üretilmesi, milliyetçilik ve ırkçılıkla baş etmenin öğrenilmesiydi. İşte bu nedenle Kıbrıs’a özel bir ilgim oldu. Hala da var.”

Nisan ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine de değinen Sarıoğlu bazı saptamalarda bulunuyor, seçimi kimin kazanacağını gerekçeleriyle açıklıyor. Sonuçta ise konunun esasına vurgu yapıyor.

“Seçimi kimin kazanacağının aslında bir önemi yok. Adaylar arasından kim seçilirse seçilsin benzer adımlar atacaktır. Hayatta esas olan devrimci olmaktan, devrim yapabilmekten geçiyor. Bunun olması için de insanların kaybetmekten korkmamaları, kaybedecek bir şeylerinin olmaması gerekiyor. Bu sadece Kıbrıs için değil Türkiye için de geçerli bir durum. Günümüzdeki en büyük sorun insanların sahip oldukları şeyleri kaybetmekten korktukları için susmaları ve sessiz kalmalarıdır. Korkarak, susarak, sessiz kalarak devrimci olunmaz. Devrim yapılmaz. Kıbrıs’ta da Türkiye’de de ihtiyacımız olan böyle bir liderdir.”