HALİL KARAPAŞAOĞLU “Yaşadığım hayatla şiiri bağdaştırıyorum”

Halil Karapaşaoğlu aslında toplumda bilinen bir isim. Uzun yıllar sürdürdüğü bar işletmeciliği, vicdani ret konusunda aldığı tavır onun bilinmesinde öne çıkan unsurlardır. Bu kez şair yönünü öne çıkarmak adına, ikinci kitabı Ahir Zaman Alemi’ni konuşmak üzere bir araya geldik. Halil’in o denli zengin bir dünyası var ki, bu şiirlerine de sirayet ederek, okura çok farklı bakış açıları sunuyor. Öyle sanıyorum ki Türkçe yazılan şiirlerde hiç denenmeyeni bu kitapta deniyor. Düz yazı, masal ve tiyatro metinleriyle şiiri bir bütün haline getiriyor. Ancak bununla yetinmiyor şiirle distopik bir dünyanın kapılarını da aralıyor. Tüm bunlar için de mantıklı bir açıklaması var “Dünyanın tarihi akışı değişiyor. Şiir neden olduğu yerde kalsın?” Gerçekten de doğru söylüyor.

“Kendimi ifade etmek için yazmaya başladım”

Ahir Zaman Alemi Halil’in ikinci şiir kitabı. Bu yeni kitabı konuşmadan önce yazmaya nasıl başladığını bizimle paylaşıyor.

“Ben aslında yazmakla çok küçük yaşta tanıştım. İlk başta annemle babamla iletişim kuramadığım için onlara mektup yazıyordum. Daha sonra henüz ilkokulda şiir yazmaya başladığımı da hatırlıyorum. Yazı ile ilişkim böyle başladı. Ortaokul ve lisede ise artık yazmak benim için bir ifade aracına dönüştü.  Sistematik olarak yazmaya ise on altı yaşımda o dönemin Avrupa gazetesinde başladım. O yıllarda kendi adımı kullanmıyordum. Şener Levent adımı kullanmamı istemiyordu. Gazete bombalanmış, Levent tutuklanmıştı. Umut Adsız’dı ismim. Daha sonra farklı gazetelerde, dergilerde yazılar yazdım, şiirlerim yayınlandı.”

 

“Dijital ve gerçek varlıklarımızla yaşıyoruz”

Ahir Zaman Alemi’ni konuşmaya başlıyoruz. Halil’in ikinci şiir kitabı. Bu kitapta düz yazı ile şiiri bir arada kullanıyor. Bunun mutlaka bir nedeni olmalı, tıpkı kitabına verdiği bu derin anlamlı isim gibi…

“Kitabın ismi Ahir Zaman Alemi. Ben bu yaşadığımız dönemi son dönem olarak görüyorum. Uygarlık tarihi büyük bir sıçrama noktasında. Üretim ilişkileri büyük dönüşüm içinde. Biz başka bir çağa, daha önce olmadığı kadar bambaşka bir çağa adım attık. Bugüne kadar yeryüzünde hayvanlar, insanlar olarak yaşadık. Bundan sonra robot, yarı insan, yarı makinelerle birlikte yaşayacağımız bir döneme giriyoruz. Bunun yanında yazılı kültürden dijital kültüre geçmiş bulunuyoruz. Bu çok önemli… Yazının keşfi insanlık tarihi için ne denli önemliyse, aynı şekilde insanların dijital ortamda kendi avatarları ile birlikte var olmaya başlaması da o kadar önemli bir şey. Biz bundan sonraki yüzyılda iki tane varlığımızla birlikte yaşıyoruz. Bir dijital ortamdaki varlığımız, bir de gerçek hayattaki varlığımız. Bu iki varlık çoğu zaman birbiriyle örtüşmüyor. Örtüşmek zorunda da değil. Sanal ortamlarda insanlar bir sürü şey yapıyor. İçki içiyor, sevişiyor. İnsanlık tarihinde bugüne kadar teolojiye göre cennet, cehennem diye iki dünya vardı. Bir de yaşadığımız somut dünya ve sanal dünya var. Bu sanal dünya ilk defa teolojik anlamdaki dünyayı hatta somut dünyamızı dahi ötelemiş bulunmaktadır. Sanal dünyada geçen her şey artık bu günü belirliyor. Tüm bu karmaşa içinde yeni bir oluşum ortaya çıkarken ben de dedim ki bizim bildiğimiz dünya büyük bir yıkım aşamasında. Teknoloji çok ileri noktaya geldi. Yapay zeka hayatın her alanında var. Dünyanın tarihi akışı değişiyor. Şiir neden olduğu yerde kalsın? Diğer disiplinler sinema olsun, roman, öykü olsun bu değişimden etkilenmiş durumdadır. Şiir neden aynı yerde kalsın? Her şey evrim, dönüşüm içinde. Ben de bu nedenle öykü, masal, tiyatro, düz anlatımlar gibi farklı teknikleri şiirle birleştirdim. Böylece bu kitapta bazı şiirlerimde yeni bir şiir tarzı ortaya koymaya çalıştım. Şiirin sınırı, formu olmamalı diye düşündüm. Bundan yola çıktım. Şiirin ezberlediğimiz yapısını bozmak istedim. Günün sonunda insan kendini nasıl özgür hissedecekse o şekilde ifade etmelidir.”

“Distopya yaratmaya çalıştığım şiirlerim var”

Halil kitabını farklı bölümlere de ayırdı; bu ayrımı da öyle sanıyorum ki hayatındaki dönemlere göre yaptı.

“Bu kitabım öncekinden çok farklı. Aradan yedi yıl geçti. Tabii bu kitabın hayatımı yansıttığı yanları da var, yansıtmadığı noktaları da. Bence bu gizem okuyucuya kalmış. ‘Acemi Mutsuzluklar Ülkesi’ ismini verdiğim bölüm bar hikayelerini anlatıyor. Hangisi hayatım onu okuyucuya bırakmayı tercih ederim ama Tirem İnsanları bölümü tamamen distopya yaratmaya çalıştığım şiirler. Bu da ilk kez şiirde kullanılıyor sanırım. Tabii her ne kadar distopya olsa da içinde ben varım. Hayatımdan, düşüncelerimden parçalar var. Peyote’nin İtirafları uyuşturucularla ilgili bölüm.  Zamanın Arzusu Spinoza, Ulus Baker etkilenmelerinin olduğu bölüm. Beyli Apartmanları Cinayetlerinde ise, bu arada Beyli benim yaşadığım apartmanın ismidir,  orada işlediğim cinayetler anlatılır. HC20830 ise benim vicdani ret davası nedeniyle ceza evine girdikten sonra yazdığım masalsı şiir bölümü.”

“Tarihte insan ilk kez bu denli yalnız döneme giriyor”

Bu bölümlerin hepsi kendi içinde çok ilgi çekici… Ben kendimle en fazla ilk bölümü bağdaştırdım.

“Her metin yazıldıktan sonra yazarından, şairinden kopar, okurla başka bir ilişki kurar. Kendi kafasında dizeleri anlamlandırmaya başlar. Tabii bu bence bir şair için mutluluk verici. Her zaman kalıcı olan metin üzerinden yapılan tartışmalardır. Yoksa şairler ölüp giderler. Kalıcı olan yazdıklarıdır. Acemi Mutsuzluklar Müzesi’nin her okur için farklı anlamları olabilir. Biraz yalnız, mutsuz bir şiirdir. Ben eşimle birlikte yedi yıl boyunca 1984 isimli barı işlettim. Ondan önce de üç yıl aşçılık yaptım. İngiltere de bu yönde eğitim almıştım. İlk kitabım daha çok bunlarla ilgiliydi. Yaşadığım hayatla şiiri bağdaştırıyorum. Bunu yapmayı seviyorum. Bu bölüm de buna benzer şekilde deneyimlerimden oluşuyor. Bar çalıştırdığım sürede insanların yalnız olduğunu gözlemledim. İnsanların konuşacak kimsesi yoktu. Belki de insanlık tarihinde ilk kez insan bu denli yalnız bir dönemin içine giriyor. Bu korkunç bir dönem. Bir barmen çok farklı karaktere bürünür içkili ortamda. Ben de bu bölümü çok sevdim. İnsanlar bardan çıkar ama söyledikleri, acılar o duvarlara siner. Bir bara girince bu duygu hissedilir.”

“Hellim için verilen kavgalar aydınlarımız için verilmeli”

Ulus Baker’den bahsettiğin bölüm de çok ilginç… Okur olarak sanıyorum senin kendisiyle özel bir bağın oluştu ki, onun için şiir kaleme aldın.  

“Ulus Baker öldüğü zaman ben daha üniversitedeydim. Varlığını ölünce öğrendi. Her gün Birgün gazetesi okurdum. Gazetede ölümünü okudum. Kıbrıslı olduğunu öğrendim. Çok etkilendim. Oysa felsefeyi seviyordum ancak o zamana kadar Kıbrıslı bir filozofun varlığından habersizdim. Pembe Marmara şair. Annesini biliyorduk ama onu bilmiyorduk. Babasının da öldürülme hikayesi var. Dolayısı ile Ulus Baker bir şekilde düşünceleri ile beni etkiledi. Çevirilerini, Sipinoza’ları okudum. Etkilendim. Daha sonra onun kendi yazdıklarını okudum. Onunla gönül bağı kurdum. İnanıyorum ki pek çok aydın için onun yeri özeldir. Burada kullandığım köpek ve sinek imgesi de kendisine aittir. Ben onun imaj kavramlarından bunları şiire dökmeye çalıştım. Sürekli hatırlanması gereken bir isim. Üzerine sempozyumlar düzenleyip yazılar yazmak lazım. Bizim tek sahip olduğumuz aydınlarımız. Hellim ve şeftali kebabı için verilen kavgalar aydınlarımız için verilmeliydi. Bunu yapmış olsaydık bambaşka bir noktada olurduk. Toplumu ayağa kaldıracak olan, var edecek olan, ki yıllarca siyasal anlamda varlık sorunu yaşadık, Ulus Baker gibi aydınlardır. Ulus Baker bizim var olabileceğimiz zemindir. Sadece onu değil Taner Baybars, Osman Türkay gibi değerli aydınlarımıza sahip çıkmalıyız. Bunların kavgasını verip, bunları tartışmalıyız. Bu isimler bilinmiyor, onlara sahip çıkılmıyor. Bütün varlığımızı dayandıracağımız noktalar, aydınlarımızdır.”

Beyli Apartmanı Cinayetleri bölümünde, öyle sanıyorum ki, günümüzde yaşanan, her yanımızı işgal eden şiddete karşı ciddi eleştiriler söz konusu.

“İlk şiirde eşimi öldürdüm, ikinci şiirde bir eş cinsel doktoru. Daha sonra bir veganı öldürüp, en son da kendimi öldürüyorum. Aslında kadın, eş cinsel, vegan, şair cinayeti söz konusu. Dünyada yaşanan şiddetin olağanlaştırılmasına dikkat çekmek istedim. Burada düz, yalın, anlatı var. Biri seri cinayet işliyor. Normal anlatımın içinde geçiyor. Aslında şiddet çok olağanlaştı. Şiddetin pornografisi diye bir şey var. Bundan zevk alan insanlar var. Her yerde, sokakta, televizyonda, gazetede şiddet var. Bunun yanında her yanımızda şiddet, savaş söz konusu. Sürekli kadınlar öldürülüyor. Burada Girne’de bir kadın cinayeti işlendi. Herkes kayda aldı ama kimse müdahale etmedi. Barış dediğiniz için hapse girebileceğiniz bir dönemden geçiyoruz. Genel olarak şiddetin normal kabul edilmesi, akıl almaz geliyor. Ben de bu şiir ile bunlara tepki gösteriyorum.”

“Ceza evinde isimler kalkıyor, bireyler yok oluyor”

Kitapta konuşulacak pek çok bölüm var tabii ancak hepsini konuşmamız mümkün olmuyor. Son bölümün Halil’in hayatında önemli bir yeri olduğu kanısındayım. Vicdani ret süreci, cezaevi günleri… HC20830.

“HC20830 bana ceza evinde verilen kod isim. Aslında ceza evinde fantastik bir dünya yaratmaya çalıştım. O dünya ile gerçek hayatta yüzleştiğim dünyayı birleştirip o gerçek dünyaya farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalıştım. Aslında Tirem İnsanları ve Siborgland Kehanetinde bu şiirlerin temeli atıldı. Şiire farklı bir açıdan bakabileceğimi, o distopyanın başka dünya yaratabileceğini bu iki şiirde, bölümde daha iyi kavradım. Türkçe şiir için de yeni kavramlar, bilim kurgu, distopya, seri cinayetler… Dünyada zaten spekülatif şiir diye bir şey var. Şiirde şiddet, fantastik dünyalar kullanılıyor. İşte bu dünyalarla birlikte aslında HC20830 zemini hazırlandı. Ben ceza evini daha mistik, soyut ortama kaydırdım. Ceza evini saray üzerinden ifade ettim. Devletle, yargıçla hesaplaşma içine girdim. Dönem dönem insanı sorguluyorum. Devleti sorguluyorum. Sürekli HC20830 diye tekrarlıyorum. Orada bireyin yok oluşuna, isminin yok oluşuna gönderme yapıyorum. Çünkü ceza evinde isimler ortadan kalkıyor. İsminiz ortadan kalkınca aslında kimliğiniz, hayatınız, düşünceleriniz, bakış açılarınız ortadan kalkıyor. Sanki başka bir varlık ortaya çıkıyor. Farklı çelişkilerin, parametrelerin olduğu, cezaevi koşullarını anlattığım şiirdir. Aslında orada çok fazla acı var ama bunu gerçek değil masal gibi anlatıyorum. Edebiyatta var olan olayları farklı zemine çekmeyi seviyorum.”

 

“İnsanın hayatta  arayışı olmalı”

Bu kitapla Halil okurla sadece şiirlerini değil, zengin iç dünyasını da paylaşıyor. Bizi adeta yolculuğa çıkarıyor. Şiire, edebiyata bambaşka yönlerden bakarak, farklı bakış açıları geliştirmemizi sağlıyor. Tasarımı ile de göz dolduran bu kitap, Buffer Zone Press’den çıktı.

“Aslında Naz Atun’un ismini anmak lazım. Tasarım ona ait, çok da güzel oldu. Konuştuğumuz her şeyi özetliyor. Bir parmak üzerinde bir çip var kapakta. Kapak aslında her şeyin özeti. Çipin içinde engin ama yıkım olan bir dünya var. Şiir kitaplarında kapaklar çok önemli. Bizim edebiyatımızda bu önemsenmiyor. Kitap üretmek bir meseledir. Kitabın kapağı ile içindekilerin uyum sağlaması lazım. Okuyucu ile kitap arasındaki ilk iletişim kapakla başlar. Şair kapakla da okura bir şiir veriyor. Benim için kitap kapakları çok önemlidir. Kitabın kapağı başka, içeriği başka olmaz. Okuyucu bunu bir bütün olarak hissetmeli. Buffer Zone hayatımızda çok önemli. Siyasal ve felsefi açıdan simge. Politik açıdan bölünmüşlüğü ifade etse de aynı şekilde Buffer Zone kurtarılmış bölge anlamı da veriyor. Orası kurtarılmış bölge. İnsandan arınmış, doğal hayatın var olduğu bir bölge. Bu anlamda Buffer Zone iki paradoksu bir arada taşıyor. Hem dokunulmayan doğal yaşam, hem de acıları, bölünmüşlüğü temsil ediyor. Ben de bu isimle yayın evi kurdum. Benim çizgimde deneysel, sınırı aşmak isteyen, başkaldıran daha başka kitapları da burada yayınlamak istiyorum tabii. Her şeyi olduğu gibi kabul etme halini ne edebiyatta, ne de hayatta kabul edemiyorum. İnsanın hayatta arayışı olmalı, bu edebiyata da yansımalı.”