GÜRKAN ULUÇHAN “Pek çok kitap gerçeklikten beslenir”

Gürkan Uluçhan uzun bir aradan sonra iki yeni kitapla okurlarıyla buluştu. Khora Yayınevinden çıkan Korkunç Üçlü roman, Medusa ise şiir kitabı olarak raflarda yerini aldı. Hikaye içinde hikayeler anlatmayı, yazıyı katmanlara ayırarak oyunlar oynamayı seven Gürkan bu romanının içinde dört öyküye yer veriyor. Şiir kitabında ise beni en çok haikuları etkiliyor.

 

“Yazmaya profesyonel olarak Naldöven’nin atöylesinde başladım”

“Yazmaya lise yıllarında başladım. İlk yazdığım zaman herkes gibi kısa hikayeler, şiirler yazıyordum. Daha sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a gittiğimde edebiyat çevresine katılma olanağı buldum. Daha bilinçli şekilde yazmaya başladım ama yazmayla ilgili profesyonel ilk adımım Filiz Naldöven’nin şiir atölyesinde başladı. Yaklaşık üç yılı aşkın süre devam eden bir yazı grubuydu. Onun katkıları, destekleri ile yazmanın yazı ile bir nevi oyun oynamanın, oyun oynayarak kendini geliştirmenin tekniklerini öğrendim. İlk iki kitabım Filiz Naldöven’in teşvikleriyle çıktı. Ben o yıllarda kendimi kitap çıkarmak için hazır hissetmiyordum. Ne zaman ki bana sen artık oldun, kitaplarını çıkarmalısın dedi, beni olumlu biçimde motive etti. İlk kitabım Cin Seli 2003 yılında yayımlandı, bunu novella tarzında olan Ahna takip etti, ardından Işık kitabevinden Zamanın Aşkı Öyküler, akabinde polisiye romanım Keçiboynuzu Khora tarafından yayımlandı. Şimdi de şiir kitabım Medusa ve romanım Korkunç Üçlü yine Khora tarafından basıldı.”

Gürkan yazar olmakla birlikte avukatlık da yapıyor. Avukatlık mesleğinin de kendi içinde yazmakla çok yakın ilişki içinde olduğunu konuşuyoruz. 

“Bizim her ne kadar hukuk sitemimiz sözlü, anglo-sakson hukuk sistemi olsa da layihalar (taslak, rapor türü belgeler) çok önemlidir. Bu dava olur, müdafaa olur, müdafaaya cevap olur. Bu tip şeyler çok önemli olduğu için insan ister istemez yazdıklarına dikkat eder, kendini çok iyi ifade etmesi gerekir. Zaman zaman hukukun bu pozitif etkileri oluyor.”

 

İlk olarak Korkunç Üçlü ismini verdiği yeni romanı konuşmaya başlıyoruz. Gürkan kitabın girişinde romana neden bu ismi verdiğini aslında açıklıyor.

“Korkunç Üçlü aslında nereden çıktı önce onu söyleyeyim. Ben kendimi düşündüğümde, beş, altı veya on yaşlarımda normal çocuk kitabı değil de gerilim polisiye, gizem kitaplarını daha çok severdim. Bu tip kitaplar genellikle çocuklara uygun değil aslında. Psikolojik olarak bakıldığında hele… Ben çocukluğumda yaşadığım bazı olaylardan, arkadaşlıklardan hareketle çocuklar ve gençler için bunları temel alarak, tabii yetişkinlerin de okuyabileceği bir kitap yazmak istedim. Korkunç Üçlü aslında bir çocuk grubu… Üç çocuktan oluşuyor. Bunların ortak noktası korkuyu, gizemi sevmeleri, birbirlerine haftanın belli günlerinde yazdıkları korku öykülerini okumaları…  Bu hikâyeyi kurgusal bir düzleme oturtarak, uzman psikolog görüşü de alarak çocukların gençlerin psikolojisi olumsuz etkilenmeden ama heyecanlanarak yer yer gerilerek, hiç sıkılmadan okuyacakları bir kitap yazmak istedim. Bu romanın hareket noktası böyle oldu. Çocukken de çeşitli arkadaş gruplarım vardı. Ağaçların altında oturup birbirimize korku hikayeleri anlatırdık. Zaten pek çok kitap gerçeklikten beslenir.”

“Bu roman için iki katmanlı diyebiliriz”

Romanda üç çocuk var, bu çocuklar üzerinden de romanda anlatılan öyküler var. Bu kitap biraz da hikaye içinde hikaye gibi diyebiliriz sanırım.

“Öykü kitabı diyemeyiz, bağımsız öyküler değil aslında karakterlerin birbirlerini anlattığı öyküler var burada. Kitap için iki katmanlı diyebiliriz aslında. Birinci katmanda bir olay örgüsü var. İkinci katmanda da karakterlerin birbirlerine anlattığı öyküler var. Ben zaten Keçiboynuzu kitabımda da biliyorsun ara bölümler, araf bölümler yazmıştım. Bu şekilde yazıyla oyun oynamayı, katmanlar oluşturmayı seviyorum. Bu romanda da böyle bir şey denedim.”

 

 

Doğrusu katman katman yazma düşüncesi çok da güzel olmuş. Doğrudan ayrı ayrı yayınlamak yerine şimdi hepsi bir hikâyenin içinde birleşiyor.

“Evet çünkü, bu Korkunç Üçlü romanının devamı da olacak. Şu an hatta ikinci kitabın içinde anlatılacak hikâyenin taslağı da yazıldı bitti. Yine karakterlerin birbirlerine anlatacakları alt katmandaki öykülerin de taslağı bitti. Dolayısı ile şu an için planım bu kitabın bir üçleme olması şeklinde. Üç tane olacağı kesin. Daha fazla olur mu tabii bilemiyorum. Birinci yayımlandı, ikinci kitabın kurgusu hazır. Üçüncünün de benzer şekilde hazır diyebilirim. Birbirleri ile iki ve üç bağlantılı olacak.”

Ben bu ilk kitaptaki dört öyküyü de çok beğendim. Öyküler Karanlıklar Prensi, Azgan, İlhamını Arayan Yazar, Hamdım Piştim Yandım, isimlerini taşıyor. Acaba bu öykülerin ortak yanı var mı diye kendi kendime düşünüyorum.

“Öncelikle kurguyu oluştururken şunu göz ardı etmemem gerekiyordu. Her bir öyküyü farklı bir karakter anlatmalıydı. Her öyküyü farklı bir karakter anlattığı için de aslında her farklı insan farklı üslup ve hayat olmalıdır. Tabii ki ortak paydaları var öykülerin. Hepsinin bir mesajı var, benim esas hareket noktam çocuklar ve gençler çünkü. Onlara bir mesajım da var. Çocuk ve gençlik kitaplarının eğlencenin içinde mesaj da vermesi gerekiyor diye düşünüyorum. Bu kitabımda da her bir öykümün hayata dair felsefi, psikolojik mesajlar verdiğini söyleyebiliriz. Yine de teknik, üslup, konu olarak farklı insanlar tarafından anlatıldığı için olabildiğinde farklılaştırmaya çalıştım.”

 

“Büyüklerin de masallara çok ihtiyacı var”

Kitapta şöyle de bir ifade var. “Masallar siz çocuklar için değil, biz yetişkinler içindir aslında.”

“Masallarla ilgili uzun zamandır düşünüyorum. Genelde masalların çocuklar için yazıldığı düşünülür. Ama ben otuz yedinci yaşıma geldim. Hala masalları dinlerken tebessüm ediyorum. Hatta masalları özlüyorum. Konuştuğum çevremdeki pek çok yetişkin de masalları çok seviyor. Dolayısı ile düşüncem şudur; masalların hareket noktası çocuklardır ama biz büyüklerin de masallara çok ihtiyacı var. O nedenle masallardan kopamayacağımızı düşünüyorum.”

 

“İki öyküde masal öğeleri ağır basıyor”

En fazla Azgan isimli öyküyü beğendiğimi söylemek isterim. Aslında bu kitaptaki öyküler de bir nevi masal gibi. Masal dilini içlerinde barındırıyorlar. Ben okurken böyle bir duyguya kapıldım.

“Özellikle birinci öykü olan Karanlıklar Prensi ve Azgan masal sınıfına da girebilir. Zaman Azgan’nın hareket noktası Kıbrıs, Kıbrıs’taki azgan çiçekleri ve tamamen efsane gibi anlatılan öykü. Tabii tamamen benim yarattığım bir efsane bu. Dolayısı ile bu iki öyküde masal öğeleri ağır basıyor.”

Tabii Medusa ismiyle romanla eş zamanlı olarak yayımlanan şiir kitabını da konuşuyoruz. Aynı anda hem roman hem de şiir kitabı çıktı. Acaba bunun özel bir nedeni var mı?

“Belirli bir taktik için bu şekilde yapmadık. Herhangi bir ilişkileri de yok. Sadece Keçiboynuzu yedi yıl önce çıktı. Yedi yıldır yazdığım, beklettiğim kitaplardı. Benim için yeni bir şeylere girişmek için önümdekilerin temizlenmesi gerekir. Mesleğimde de böyleyim. Önümde bekleyen bir şey varken odağımı yeni bir işe çeviremiyorum. Dolayısı ile bir de Medusa rahmetli Filiz Naldöven’e ithaf ettiğim bir kitap, onu da daha fazla bekletmek istemedik. Korkunç Üçlü ise demlenmişti. Uzun zaman önce tamamlanmıştı. Kitapların tarzları farklı; şiir ve roman… Editörüm Nazen Şansal da uygun görünce ikisi aynı anda yayımlandı.”

 

 

 Kitabın Filiz Naldöven’e ithaf edilmesini ben sormadan Gürkan anlatıyor. Bir vefa örneği oluyor.

“Başka bir şiir kitabı yayınlar mıyım bilemiyorum. Şiiri şair oturup yazmaz, şiir kendini yazdırır. Son şiir kitabım da olabilir, o nedenle kitabı Filiz Naldöven’e ithaf etmek istedim. Bana en çok katkı sağlayan insan. Bana kattıkları çoktur. Bana her zaman manevi oğlum dedi. Ben özellikle de şiir konusunda kendisinden çok şey öğrendim. Çok güzel bir ilişkimiz vardı. Hiçbir zaman birbirimize kırılmadık. Her zaman çok yakındık. Bana şiir konusunda en fazla katkı sağlayan insana, belki de bu son şiir kitabımı ithaf etmek istedim.”

Kitapta şiirler üç bölüme ayrıldı. Sinematografik şiirler, Medusa ve şiir ceninler.

“Benim temel mantığıma göre tüm sanat dalları birbirini besler. Hatta Korkunç Üçlü kitabımın son öyküsünde de aslında heykel sanatı var. Daha önce de Zamanın Aşkı kitabımda ünlü ressamların resimlerine yazılan öyküler vardı bir bölümde. Dolayısı ile sanat dalları arasında güzel ilişkiler olduğuna inanmaktayım. Beni her zaman sanat dalları, her sanat dalı besler. Dolayısı ile sinematografik şiirlerde hareket noktam sinema filmleri. Etkisinde kaldığım filmlerden hareketle yazdım. Şiir ceninleri ilk şiir kitabım Cin Seli’nde de aynı isimli bölüm vardı. Çok kısa şiirlerdir bunlar. Bir, iki mısralık. Medusa’da kitaba adını veren bölüm ilk yazdığım şiirdi. Adı da kitabın buradan geliyor. Burada her iki bölümden bağımsız ama her konuda aşk, siyaset, isyanla ilgili şiirlerim var.”

Ben en çok şiir ceninlerini sevdim. Çünkü bana hayikuları hatırlattılar. Haikuları da böyle imgesi olmayan, kısa yalın, etkileyici şiirlerdir. Tıpkı senin şiirlerin gibi.

“Özellikle birkaç tanesini düşündüğüm zaman haikulara benziyor. Olabildiğince yalındır, ağdalı anlatımı yoktur. Doğa ile insanın iç içe geçmiş oluşunu anlatır. Doğadaki olayın insan ruhundaki izdüşümünü de anlatır. O açıdan bakınca benziyor.”

 

Deniz kabukları şiiri tam da böyle. Siz de ayrısınız sevgilinizden/Çekip aldılar onu içinizden.

“Bu aslında tamamen haikudur.”

“Ölümün kıyısında pek çok insan gördüm”

Bir de benim diğer bir sevdiğim şiir; “İnsan ölürkendir/En yakın hayata”

“Bunun felsefi de bir yanı var. Bunu bir romanla da anlatabilirsiniz tabii. Burada benim için önemli olan, söylemek istediğim, insan gençlik, çocukluk yaşlarında hayatın değerini çok da anlayamıyor. İnsan rahatsız olunca, hele de ölümcül bir hastalığa yakalandıktan sonra hayata daha çok bağlanıyor. Hayata daha sıkı dokunuyor. Bu sanırım elimizdekilerin kıymetini bilmemekle ilgili. Ölümün kıyısında ben birçok insan gördüm. Onların hayata yaklaşımı daha sevecen, daha bağlıydı. Hayattan daha fazla zevk alıyorlardı.”

Röportaj fotoğrafları: Nedim Enginsoy